Düş
Atlı şövalyeler halkın sevinç çığlıkları eşliğinde kalenin
kapısından içeri girdi. Kurtarıcılar, efsanenin kahramanları
gelmişti. Keskin kılıçları ve parlak zırhları ile eski
hikayelerdeki kahramanları andırıyorlardı. Onları gören
hiç kimse yenilebileceklerine inanmazdı.
Yaklaşık üç yüz şövalye Tanrı’yı aramaya koyuldu. Efsaneye göre, tanrılardan biri çok uzun zaman önce yaptığı camdan bir tapınakta yaşıyor ve tüm ihtiyaçları inananları tarafından karşılanıyordu.
Ellerinde çocuklara anlatılan hikayelerden başka ipucu olmayan şövalyeler atlarını vahşi ormanlara sürdüler. Nadiren karşılarına çıkan bir kaç kötü yaratığı öldürerek yollarına devam ettiler. Şövalyelerin her zaman avladığı bütün o kötü yaratıklar birdenbire ortadan kaybolmuş gibiydi.
Bir gece şövalyelerin üzerine ağır bir yorgunluk çöktü ve hepsi derin uykuya daldı. Düşlerinde vadinin kıyısında insanların bulunduğu bir yer gördüler. Bazıları, uykunun tesiriyle, aradıkları yere geldiklerini sandı. Yaklaştıkça, insanların yüzündeki umutsuzluğu, yorgunluğu ve tarifsiz kederi gördüler. Düş gören şövalyeler gerçeğe uyanmaya başlamıştı. Burası Tanrı’nın eviydi, insanlar da ona tapan inananlar değil Tanrı’nın köleleriydi. Tapınağa iyice yaklaştıklarında görmedikleri halde varlığını hissettikleri bir el görüşlerini kapattı. Böylece rüyadan uyandılar, ama sabaha dek yerlerinden ayrılmadılar.
Gördükleri rüya yüzünden tedirgin olsalar da şövalyeler hala son derece kararlıydı. Üstelik yeni bilgiler edinmişlerdi. Batıya doğru harekete geçtiler, aradıkları yerin o yönde olduğunu biliyor gibiydiler. Rüyanın etkisiyle zihinlerinde ve kalplerinde uzun zaman önce unutulmuş bir dua dillenmeye başladı.
Biz senin çocuklarınız
Uzun zaman unutmuş olsan da
Terketme bizi asla.